28 Ocak 2018 Pazar

Sosyal bilimlerin önemi üzerine

Sosyal bilimlerin zeki yaşam forumları yani aslında bu yazıda insanlar için diyebileceğimiz önemine geçmeden önce Fermi Paradoksu'nu bilmek gereklidir.
Fermi paradoksu, dünya dışı uygarlıkların var olma olasılığının gayet yüksek olduğuna dair tahminlerin varlığı ile bunu doğrulayacak herhangi bir kanıtın ya da temasın yokluğu arasındaki çelişkiyi ifade eder.
Evrenin yaşının büyüklüğü ve muazzam sayıda yıldızın varlığı ile birlikte, hayat için Dünya'nın tipik bir gezegen örneği olduğu varsayımı da göz önüne alındığında, dünya dışı yaşamın yaygın olması gerekir. Bu önermeyi 1950'de bir öğle yemeği sırasında tartışan fizikçi Enrico Fermi şu soruyu sormuştu: "Eğer Samanyolu dahilinde yüksek sayıda ileri dünya dışı uygarlık mevcutsa, neden uzaylılara ait uzay araçları ya da sondalar gibi kanıtlara rastlamıyoruz?"
Paradoksun temel bir tanımı şöyle yapılabilir: Evrenin bilinen büyüklüğü ve yaşı, teknolojik açıdan gelişmiş durumda olan birçok dünya dışı uygarlığın var olmasını gerektirir. Ancak bu hipotez, destekleyici herhangi bir kanıtın henüz gözlenememiş olması sebebiyle, çelişkili gözükmektedir.
Paradoksun bazı teorik açıklamaları aşağıdadır:
1) Şu anda mevcut olan başka uygarlık yok
2) Başka bir uygarlık hiç ortaya çıkmadı
3) Zeki yaşam, doğası gereği kendini yok eder
4)Zeki yaşam, doğası gereği başkalarını yok eder
5) Varlar, ancak kanıtları bulamıyoruz
Nöt: Bu teoriler genel olarak birbirlerini dışlamaz. Örneğin, yaşamın nadir olduğu hipotezi ile teknolojik olarak gelişmiş uygarlıkların kendilerini yok etmeye meyilli oldukları savı aynı anda doğru olabilir. Yukarıda söz edilen başka teorileri içeren benzer kombinasyonlar da düşünülebilir.
Bu noktada ne kadar basit roket teknolojisi olsa, ne kadar ilkel olsa da herhangi bir uygarlık gelişmeye başladıktan 10 milyon sonra galaksiyi kolonize etmelidir. Biz insanların ciddi anlamda sadece 12 bin yıllık bir tarihimiz olduğu, bu süreçte son 200 yılda nasıl bir atılım yaptığımız düşünülürse, bunun 10 milyon yıla yayılımı muazzam bir sonuç çıkaracaktır. Galaksinin yaşı da 10 milyar yani zeki yaşam formunun  galaksiyi kolonize etme süresinin 10 katı olduğu sürede hiç dünya dışı bir yaşam formu görmememiz çok gariptir. Yani mutlaka bir uygarlığın yayılmış olması lazımdı. En azından ışık hızının yüzde biri ile gidilip taransa galaksi taransa galaksinin her yerine ulaşılabilir. En azından basit yapılı bir dünya dışı yaşam formu tespit edilebilir. (Ki belki biz insanları tespit ettiler ama bize görünmüyorlar.) 
Bilim insanı Brian Cox da hiçbir zaman dünya dışı akıllı yaratıkları bulamayacağımızı söyler. Teknolojinin gelişme hızıyla onu geliştiren canlıların sosyal gelişme hızı ayni olabilir. Ve bu canlılar kendilerini yok edecekleri teknolojiyi geliştiriyorlar. Yani yarattıkları teknoloji ile yaşadıkları sosyal gelişim hızı ayni olmuyor.
Akıllı canlıların sosyal altyapısı ne yazık ki teknoloji kadar hızlı gelişmiyor. Burada akıllı telefonlar ve sosyal medyayı örnek vererek insanların yaşadıkları sosyal sorunlarla olmaya başladıkları sosyal medya şebekliğinden (duck face halleri) bahsedebiliriz.
Sosyal olarak gelişmeyen bu canlılar o kadar üst düzey enerjiyi elinde tutuyorlar ki bir yerden sonra bu enerjiyi kontrol edemiyorlar. Birbirlerini yok etmeye başlıyorlar (nükleer savaşlar vs.) çünkü buna uygun sosyal altyapı gelişmemiş oluyor.  
Tüm bu anlatılanlar ışığında dünyadaki en akıllı yaşam formu olarak görülen insanların davranışlarını anlama/geliştirme konusunda veriler toplamaya/yorumlamaya yardımcı olan sosyal bilimler belki de dünyamızı yok etmemek, teknolojik gelişimlere sosyal altyapılarla hazır olmak için belki de fiziki, biyolojik veriler/fen bilimleri kadar önemlidir.

27 Ocak 2018 Cumartesi

“Bir Türkiye Hayali” Adlı Kitabın İncelemesi

KİTABIN KÜNYESİ
Kitabın Adı: Bir Türkiye Hayali
Yazar: Selçuk R. Şirin
Sayfa Sayısı: 242
Yayınevi: Doğan Kitap
İlk Basım: Şubat, 2017

KİTABIN ÖZETİ
Yazar Selçuk R. Şirin, kitabının önsözünde ülke hasreti çektiğini, sabah ilk işinin Türkiye’de olup bitenleri öğrenmek olduğunu belirtmektedir. Yazar, bu kitabı yazma amacının ülkesine olan borcunu ödemek olduğunu ve bu kitabı umut kıtlığı içindeki yoksul öğrencilere hayaller kurduran köy öğretmenlerine adadığını ifade etmektedir.
Şirin’e göre bir toplumu ayakta tutan temel faktör güvendir ancak Türkiye’de insanların birbirine güveni yoktur. İnsanların birbirine güvenebilmesi için hukukun üstünlüğü sistemine geçilmelidir. Böylece yeni girişimler ve fikirler ortaya çıkacaktır. Artık ekonomik gelişim için “duble yollar” değil güven inşa edilmesi gerekmektedir.
Türkiye’de yaşayan Suriyeli mülteci çocukların büyük bir çoğunluğu okula gitmemektedir. Çeşitli travmalar yaşamış bu çocuklar, iyi bir eğitim almazsa ileride Türkiye’deki toplumsal huzuru tehdit edici sorunlar yaşanabilir.
Türkiye, sosyal medya sitelerini en aktif kullanan ülkedir. Gelişmiş demokrasilerde ve basın özgürlüğü olan ülkelerde sosyal medya kullanımının azaldığı bilinmektedir. Türkiye halkı kendini özgürce ifade edebilmek için sosyal medyayı kullanmaya çalışmaktadır.
Şirin, örnek verdiği fare deneyiyle ötekine karşılıksız yardımın biyolojik bir temelinin olduğunu açıklamaktadır. Dinsel, ırksal, siyasal ayrımlarla başkasının acısını görmezden gelmek toplumsal huzura vurulacak olan bir darbedir. Yazara göre ahlaksızlık ve merhametsizlik toplumsal bir sistem meselesidir. Eğitim ve hukuk sistemlerinde yapılacak reformlarla yaşama etiği yeniden inşa edilerek ahlaksızlık girdabından çıkılabilir.
OECD’nin Eğitime Bakış Raporu’na göre, Türkiye bütçeden eğitime ayrılan payı artırsa da öğrenci başı düşen harcamada son sıradaki yerini korumaktadır. Kaynak artışına, okul binalarının iyileştirilmesine ve sınıf mevcutlarının azaltılmasına rağmen dünya ile aramızdaki fark açılmaktadır. Eğitimde başarıyı belirleyen temel girdi öğretmen kalitesidir. Türkiye, en genç öğretmen kadrolarından birine sahip olma avantajını ciddi reformlar gerçekleştirirken kullanabilir. Türkiye’de öğrencilere dünya ile rekabet edecekleri temel becerileri (fen, matematik ve okuma) kazandıramayan, ekonomik kalkınmaya yardımcı olmayan bir eğitim sistemi vardır. İdeolojik gözlüklerle değil, toplumsal uzlaşı ile veriye dayalı bir reform programı üzerinde çalışılmalıdır. Türkiye’deki yetişkinlerin yarısı okuduğunu tam olarak anlamamakta ve basit işlemler yapmakta sorun yaşamaktadır. OECD verilerine göre Türkiye’de; eğitim seviyesi çok düşük, kadınların eğitime katılımı çok düşük, beceri sahibi olmakla işgücüne katılım bağlantısız, ayni beceriye sahip insanların aldıkları ücretlerin farkı ise yüksektir. Ayrıca diğer OECD ülkelerinden farklı olarak Türkiye’de beceri seviyesi arttıkça istihdama katılım artmamaktadır. 15 Temmuz olaylarında ortaya çıktığı gibi istihdamlar beceriler yerine grupsal aidiyet ve torpille gerçekleşmektedir.
Merkezi otoritenin ve eğitim bakanının eğitimde mutlak egemen olduğu Türkiye’de son 20 yılda 10 eğitim bakanı değişmiştir. Türkiye’de her gelen bakan ayrı bir reform başlatmaktadır. Başarılı ülkelerde ise eğitim sistemiyle ilgili tüm kararlar yerel şekilde, öğretmenler ve veliler tarafından alınmaktadır. Şirin, eğitimdeki bu istikrarsızlığı gidermek için milletin her kesiminin görüşünü yansıtan bir şura yapılarak yol haritası oluşturulmasını önermektedir.
PISA sonuçlarının Türkiye’de eskiye kıyasla oldukça ilgi çekmesi ilerisi için umut vericidir. Türkiye, genç nüfusuna katma değeri yüksek olan bilim, teknoloji, mühendislik ve matematik gibi beceriler kazandıramadığından milli gelirini yükseltememektedir. Uluslararası testlerin sonuçlarına bakılarak Türkiye’de öğrencilerin aslında öğrenme istekleri olduğu, bunun avantaja çevrilmesi gerektiği görülebilir. Türkiye yeterli eğitim araçlarına sahip olma konusunda dünyada sondan ikinci sıradır. Okullarda ve evlerde kütüphane ile zengin eğitim kaynaklarının olmaması kaygı vericidir. Türkiye’nin öğrenci pazarında son yıllardaki başarısının nedenleri yapısal reforma gidilerek adil rekabet ve teşvik sistemi yaratılmasıdır. Doğru değişikliklerin olumlu sonuçlarının hemen görülmesi ilerisi için umut vericidir.
Şirin, eğitimde bir reformun başarılı olması için gereken kuralları anlatmaktadır. İlk kural, ciddi bir kamusal tartışma olması yani öğrenci, öğretmen, veli, mezunlar ve vakıflar gibi okullarla ilgili olan herkesin görüşünün alınmasıdır. İkinci kural ise, “Çalışıyorsa bozma!” kuralıdır. Zaten iyi bir şeyi değiştirip nasıl sonuç vereceği kestirilemeyen reformlar yapılması gereksiz bir risktir.
En fazla ödev veren ülke olan Türkiye’de ödev verdikçe başarının azaldığı belirtilmektedir. Bu durum Türkiye’deki ödevlerin proje bazlı değil tekrara dayalı olmasının bir sonucudur. Ödevlerin araştırma yapma, bilgiye ulaşma, analiz-sentez yapma ve makale yazma yeteneği kazandıracak şekilde düzenlenmesi, ödevlerde orijinallik aranması, öğrencilerin ödevlerle bunaltılmaması gerekmektedir.
Şirin, ebeveynlere çocuklarının zekâ gelişimi için onlara doğduğu günden itibaren kitap okunmasını önermektedir. Yazar, zekâyı doğuştan gelen bir yetenek olarak değil de okul öncesi dönemde kazanılan kelime haznesiyle açıklamaktadır. Farklı sosyoekonomik seviyelerden ailelerin çocukları benzer potansiyellerle hayata başlar. Ancak belli bir süre sonra kişiler arasındaki kelime haznesi farkı açılır. Aradaki farkı kapatmak için okul öncesi programlara ihtiyaç duyulmaktadır. Eğitimde geri dönüşü en yüksek yatırım okul öncesi eğitimdir. Türkiye, okul öncesi eğitime katılım oranlarında AB ülkeleri arasında sonuncudur. Yazar, okul öncesi eğitimde yapılması gerekenleri “konuş, oyna, gez” olarak özetlemektedir. Kaliteli bir okul öncesi eğitim için etkileşimli (diyalog) okumanın önemli olduğu görülmektedir. Yüksek zekâya sahip genç nesiller için doğum öncesinden başlayarak balık yağı yani omega-3’ün büyük etkisinin olduğu da görülmektedir.
Yazar, bazı fikirlerin neden daha çok tuttuğunu Trump’ın ABD başkanı seçilmesi, Sanders’in demokrat partideki yükselişi ve Brexit üzerinden yorumlamaktadır. Şirin, tutan fikirlerin basit, şaşırtıcı, somut, inandırıcı, duygusal ve akılda kalıcı şekilde tasarlandığını belirtmektedir. Çağımızda fikirlerin doğru ya da yanlış olmasından çok sunuluşu önemlidir. Oxford’un yılın kelimesi olarak seçtiği “post truth/hakikat sonrası” kelimesini vurgulayan Şirin, gerçeğin artık cazip olmadığını, yalan haberlerin internette daha hızlı yayıldığını ABD seçimlerinden örneklerle açıklamaktadır.
Milli gelirin işaret ettiği ekonomideki duraklamayı tarım, turizm, inşaatla uzun vadeli olarak düzeltmek mümkün değildir. Temel özgürlüklerde, hukuk sisteminde ve eğitimde yapılacak reformlarla katma değeri yüksek ekonomiye geçilebilir. Böylece adil rekabetle uzun soluklu ekonomik büyümeye gidilebilir. Türkiye, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’ndeki yeri itibariyle yabancı yatırımcıyı kaçırmaktadır. Bir araştırmaya göre, Türkiye’deki insanların %80’i girişim yapmayı hayal bile etmemektedir. Türkiye’nin ekonomide rekabet edebilmesi için gerekli olan problem çözme, yaratıcılık, kamu yönetimi, başkalarını koordine etme, duygusal zekâ, muhakeme, zihinsel esneklik, hayal kurma, eleştirel düşünme, itiraz etme konularında geride olduğu da görüldüğünden bu konular başta eğitim sistemi olmak üzere her alanda teşvik edilmelidir. Teknik ve temel bilimler öğrencileri üzerinde yapılan bir araştırmaya göre, bu öğrencilerin çoğunluğu patent alma usulleri ve inovasyon hakkında yeterli bilgiye sahip değildir. Türkiye’de öğrenciler yetersiz bilgiye sahip olduklarının farkında değildir ve yeni bir fikri hayata geçirmek noktasında çok basit nedenlerle daha yola çıkmadan pes etmektedir. Hal böyle olunca bu topraklardan icat çıkmamaktadır. Dünya Ekonomik Formu’nun yapıldığı Davos’ta yeni ekonominin adı 4. Sanayi Devrimi olarak belirlenmiştir. Bu yeni ekonomi, fiziki, dijital ve biyolojik dünyaların arasındaki duvarları ortadan kaldıracaktır. Bu ekonomide adil rekabet önemlidir. Çünkü bu yarışa katılanların torpille değil hakkıyla seçilmesi, temel becerilere sahip yurttaşlar olması, özgür düşünce ortamında yetişmesi gereklidir. Yazar, eski devrimlere Türkiye’nin geç kaldığını ama bu yeni devrime hazırlandığı takdirde başarılı olabileceğini belirtmektedir. Türkiye’de yaşayan her üç gençten ve her iki genç kadından birinin eğitim ve istihdamdan uzak tutulduğu vurgulanmaktadır. Genç kızların okul terk sorununa acil bir çözüm bulunmalıdır. Artık doğal kaynakları kullanarak kalkınma bitmiştir. Arap ülkeleri, doğal kaynaklara sahip olmalarına rağmen yavaş kalkınma ve totaliter rejim sıkıntısı çekmektedir. Literatürde buna “kaynak belası” denmektedir. Çağımızda adil rekabet ve özgür girişimlere, akıl ve yaratıcılık katılması gerektiği belirtilmektedir. Şirin, katma değeri yüksek ekonomi yaratmanın sadece teknoloji ile olmadığını, bu konuda düş gücü, sanat ve tasarımın da önemli olduğunu açıklamaktadır.
Yazar, “hayatı bulduğu gibi bırakmayanlar” tanımıyla, tahayyül eden, yaratıcı, itiraz eden, yeni şeyler ortaya koyan, inovasyonlar yapan, kişi ve oluşumları anlatmaktadır. Bu bağlamda Angry Birds oyunu yaratıcılarının ve Abraham Lincoln’un onlarca başarısızlıklarının ardından gelen başarıları örnek verilmektedir. Ayrıca Ali İsmail Korkmaz Vakfı’nın verdiği öğrenci bursları, yalan haberleri ortaya çıkaran Doğruluk Payı isimli internet sitesi, SosyalBen Derneği ile dezavantajlı çocukların sosyal becerilerini geliştirme amacını taşıyan projenin kurucusu olan Ece Taşkın da bu örnekler arasındadır.
Şirin, dâhi olmanın formülünü zekâdan ziyade emek yani öğrenme ile açıklamaktadır. Ona göre tahayyül, durum tespiti, sürekli geri besleme ve pratik, performans artırmanın dört koşuludur. Ayrıca yazar, “İtiraz Et, Hayal Kur, İlerle!” isimli TED konuşmasına da kitabında yer vermektedir.
Reformların nüfus, kültür, genetik özellikler nedeniyle gerçekleşmediği gerekçesine yazar katılmadığını belirtmiştir. Türkiye, 2040’ta güçlü bir devlet olmak istiyorsa bahanelere sığınmadan eğitimde reformlar yapmalıdır.
Şirin, sonsöz olarak doğduğu köye ziyarete gittiğini, artık okulun kapandığını, köyde öğretmen olmadığını ve bir köy olarak gerçek yoksulluğun öğretmensiz kalmak olduğunu belirtmektedir. Yazar, geri geleceğini bilerek köyünden New York uçağına yetişmek için ayrıldığını bildirerek sözlerini noktalamaktadır.

Yol Ayrımındaki Türkiye Ya Özgürlük ya Sefalet! Adlı Kitabın İncelemesi

KİTABIN KÜNYESİ
Kitabın Adı: Yol Ayrımındaki Türkiye Ya Özgürlük ya Sefalet!
Yazar: Selçuk R. Şirin
Sayfa Sayısı: 208
Yayınevi: Doğan Kitap
İlk Basım: Ekim, 2015

KİTABIN ÖZETİ
Yazar Selçuk R. Şirin, kitabının önsözünde New York’ta dünyanın en iyi üniversitelerinden birinde ders verdiğini ama aklının hala ülkesinde olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin ciddi bir yol ayrımında olduğunu, ilgili verilere baktıkça kaygısının arttığını vurgulamaktadır. Dünya hızla değişirken, Türkiye hala eskinin peşinden koşmaktadır.
Katma değeri yüksek ekonomiye geçilmesi gerektiğini bunun için de temel özgürlüklerde, hukuk sisteminde ve eğitimde reform yapılması gerektiğini ifade etmektedir. Yazar, Türkiye’nin dünya ekonomisinde 18. sırada olduğunu, bahsedilen reformların yapılmaması durumunda Türkiye’nin daha da gerileceğini vurgulamaktadır. Türkiye’nin bilgiye ulaşma özgürlüğünde 154. sıradadır. Bilgiye ulaşma özgürlüğünün inovasyon seviyesiyle, inovasyon seviyesinin de milli gelirle doğrudan bağlantılı olduğu görülmektedir. Türkiye’nin dünya ekonomisinde ilk 10’a girme gibi bir hedefi varsa bu ancak girişimcilik, eğitim ve işgücü kalitesindeki reformlarla olacaktır. Aksi takdirde Türkiye, tıpkı sanayi devrimini kaçırdığı gibi yeni ekonomi devrimini de kaçıracaktır. Artık doğal kaynağı ya da jeopolitik üstünlüğü olan ülkeler değil, insanını iyi eğiten ülkeler ekonomik olarak başarılı olmaktadır. Ekonomiyi geliştirmenin yolu öğretmen maaşlarını kısmak değildir. Aksine ekonomik buhrandan çıkmak için öğretmenlere daha fazla maaş verilmelidir.
Yeni ekonominin lokomotifi yüksek becerilere sahip insandır. Devir bilgiye özgürce ulaşanların, o bilgiyi eleştirel süzgeçten geçirenlerin, problem çözenlerin kazandığı devirdir. Türkiye’deki çocukların yaratıcı problem çözme oranı sadece %2,2’dir. İnovasyona dayalı ülkelerde yurttaşların milli geliri artmaktadır. İnovasyonun gelişmesi için de bilgiye erişim özgürlüğü, basın özgürlüğü gereklidir. 1970’li yıllarda ekonomik durumu Türkiye’den pek farklı olmayan Finlandiya, işe bilgiye ulaşma özgürlüğü olan ve araştıran üniversiteler kurarak başlamıştır. Finlandiya, tüm bakanlıkların bütçesini kısarak elde ettiği tasarrufu eğitim ve ARGE’ye yatırmıştır. Türkiye ya 90’lı yıllarda kalmaya devam edecek ya da kıt olan kaynaklarını çocuklarının eğitimine aktararak gelişim için adımlar atacaktır.
Okullarda ve evlerde bilgisayar ve internet olmadığı, öğretmenlerin özerk olmadığı gibi nedenlerden dolayı Türkiyeli çocuklar, Uluslararası Bilgisayar Okuryazarlığı Testi’nde son sıradadır.
Yazar, Türkiye’deki mülteci sorununu da ele almaktadır. Ona göre, türlü acılar çekmiş Suriyeli çocuklar topluma kazandırılmazsa ve iyi bir eğitim almazsa ileride Türkiye bir şiddet sarmalının ve terörün içine sürüklenecektir.
Yazar, Türkiye’deki seçimleri ve siyasi partileri de değerlendirmektedir. Ona göre AK Parti’nin yükselişindeki en önemli neden dindarlık söylemlerinden çok kalkınma yönündeki söylemlerdir. Şirin, Türkiye’de solun hiçbir zaman çoğunluğun desteğini alamamasını dayanışma, adalet, özgürlük, sadakat, otorite ve kutsallık kavramları ile ele almaktadır. Yazar, AKP, CHP ve MHP’nin başarılarını ve başarısızlıklarını, HDP’nin yükselişini de analiz etmektedir.
Çocukların ne derece iyi eğitim aldıkları sorusuna yanıt vermek için PISA ve TIMMS ölçekleri kullanılmaktadır. PISA sonuçları dünyada en çok haber yapılan ve tartışılan eğitim konularından biridir. 2012’de yapılan PISA testinde 64 ülke arasında 44. sırada yer alan Türkiye ise bu konuyla pek ilgilenmemektedir. Finlandiya bu sonuçlarda bir basamak gerileyince kriz toplantıları yaparken, Türkiye’deki siyasetçilerin ve medyanın bu sonuçlara olan ilgisizliği düşündürücüdür. PISA ve TIMSS testleri öğrenci, öğretmen, ebeveynler hakkında veriler ve okul ile evlerdeki öğrenme ortamına ilişkin bilgiler sunmaktadır. Türkiye, artan kaynaklara rağmen sıralamada yukarı çıkamıyorsa eğitim sistemini masaya yatırmalı ve sistematik reformlarla nasıl ileri gidileceğine karar vermelidir.
Türkiye dünyada ilk 20 ekonomi arasında olmasına rağmen eğitimde ilk 40 arasında değildir. Yazar, bu bağlamda eğitimde reform için 7 öneri sunmuştur. Bunlar: veriye dayalı reform kültürü, herkes için okul öncesi eğitim, öğretmenliğin profesyonelleştirilmesi, merkezi yetkilerin ilçe ve okul yönetimlerine verilmesi, dezavantajlı öğrenciler için daha az mevcutlu sınıflar, fen, teknoloji, matematik, mühendislik eğitimi için milli seferberlik düzenlenmesi ve açık uçlu sorularla muhakemeye ve eleştirel düşünceye hitap eden bir sınav sistemine geçilmesidir.
Yazar, başarının sırrını sorgularken, en az alınan eğitim kadar çalışmanın, çabanın, ideallerin ve hayal gücünün etkili olduğunu belirtmektedir. Başarı için 10 bin saat emek harcama kuralını Bill Gates örneği ile açıklamaktadır.
Şirin, eğitimin artık ekonomi olduğu bir çağda, Türkiye eğitim sisteminin döküldüğünü ifade etmektedir. Türkiye okul öncesine katılımda Avrupa ülkeleriyle kıyaslandığında sonuncu sıradadır. PISA ve TIMSS verilerine göre Türkiye, ilköğretim çağındaki çocuklarının akademik performansında ilk 30 ülke arasında yoktur. Son 12 yıldır Türkiye, OECD ülkeleri arasında en başarısız ülkeden biridir. TIMSS evdeki kitap sayısından, evdeki çocuk odası sayısına kadar geniş ölçümler yapmaktadır. Türkiye, çocuklarına eğitim kaynağı sunmada sondan dokuzuncudur. Ayrıca Türkiye’de yeterli eğitim araçlarına sahip okul oranı %2’dir. Eğitimde teknoloji kullanımıyla ilgili olan Fatih Projesi’nin Türkiye’deki eğitim sorunlarının hepsini çözemeyeceği TIMSS verilerine bakılarak görülebilir. Çünkü TIMSS’e göre öğrenme amaçlı bilgisayar kullanımıyla matematik ve fen testlerindeki başarı arasında hiçbir bağ yoktur.
Türkiye, katma değeri yüksek ekonomiye geçecekse bu inşaat ve tarım sektörü ile değil, eğitimle yani çocuklara yaratıcılık, eleştirel düşünce ve tahayyül gibi yetileri kazandırmakla mümkün olacaktır. Şirin, kitabında öğrencilerin tatilde yaşadıkları öğrenme kaybına da değinmektedir. Avrupa’da Türkiye kadar çok tatili olan okul sistemi olmadığı belirtilmektedir. Uzun tatil, sadece öğrenme fırsatını okulda bulan, dezavantajlı, yoksul öğrenciler ile okul dışında da öğrenme fırsatı bulan öğrencilerin arasındaki farkı açmaktadır. Bu da eşitsizliğe neden olmaktadır. Bunun için okul takvimlerinin değiştirilmesinden, yaz aylarında çocuklara yönelik kamplara kadar pek çok çözüm arayışı vardır.
Şirin, kitabında dershanelerin öğrencileri sadece sınava hazırlamadığını da belirtmektedir. Öğrencilerin okul yerine dershaneyi seçmelerini irdelemektedir. Bunun bir nedeni de öğrencilerin dershanelerde kendileriyle daha çok ilgilendiklerini düşünmeleridir. Dershanelerin hedef belirleme, sosyal ilişkilerde gelişme sağlama ve zamanı verimli kullanma gibi işlevlerin olduğu düşünülmektedir. Okuldan çok dershanelerde sunulan rehberlik hizmetinden yararlanamayan dar gelirli ailelerin çocuklarına bu rehberlik hizmetlerini kimlerin sunacağı tartışılmalıdır. Ayrıca dershaneleri bu toplumsal ihtiyaçları gidermenin başka bir yolunu bulmadan kapatmamak gerekir.
Türkiye’de ilkokulda ve ortaokulda çok ödev verildiği, lisede ise çok az verildiği belirlenmiştir. Oysaki uzmanlar, ilkokul ve ortaokulda az ödev verilmesini, lise düzeyinde ise daha çok ödev verilmesini önermektedir. OECD ülkeleri genelinde yapılan analizde ödeve harcanan zamanın genel olarak başarıyı pozitif etkilediği görülmüştür. Türkiye’de ise ödeve harcanan zamanla genel başarı arasında negatif bir ilişki saptanmıştır. Ödevin başarıya olumlu yansıması için ders tekrarı, derse hazırlık, uygulama ve entegrasyon (yaratıcılık) amaçlı olması gerekmektedir. Proje bazlı, yaşa göre hazırlanmış, öğrencilere geri dönüş sunan ödevler verilmelidir. Yazar, özenli, zengin ve çocuğa uygun içerikli ödevler verilmeyecekse hiç ödev verilmemesini tavsiye etmektedir. Çünkü yanlış planlanan ödevler olumsuz etkiler yapabilmektedir. Ayrıca PISA’da en başarılı ülkelerden olan Finlandiya ve Güney Kore en az ödev veren ülkelerdendir. Türkiye’de çok ödev veren öğretmenlerin ve okulların daha iyi olduğuna yönelik yanlış bir anlayış da vardır.


Yazar, kitabını kendi hikâyesini anlatarak bitirmektedir. Vasat bir okulda lise 2 öğrencisi iken hayallerinin evlenip çoluk çocuğa kavuşmak, bakkal dükkânı açmak olduğunu belirtmektedir. Kimyadan ikmale kalan bir öğrencinin üniversite hayali kurması beklenmemektedir. Yazarın üniversite sınavında başarılı olmasına öğretmeni bile inanmamıştır. Hayatı boyunca onu destekleyen babası dışında herkes bu başarıya şaşırmıştır. Şirin’in babası evlerini ansiklopedilerle, kitaplarla doldurmuş, Şirin’e ODTÜ mezuniyet fotoğraflarını göstererek onun hayatında önemli bir dönüm noktası olmuştur. Şirin, öğrencilik yaptığı liseye öğrencilerle sohbet etmeye gittiğinde lisedeki ve ilçedeki çoğu eksikliğin değişmediğini görmüştür. Avukat olmak isteyen öğrencinin köyde bunu başarmasının zor olacağını söylemesi Şirin’i hüzünlendirmiştir. Ancak yazar, bu öğrenciye umudun elden bırakılmaması gerektiğini, hayallerin her zaman gerçekleştirilebileceğini söyleyerek kitaptaki sözlerini noktalar.

“Kıbrıs’ın Acı Limonları” Adlı Kitabın İncelemesi

“Kıbrıs’ın Acı Limonları” Adlı Kitabın İncelemesi

KİTABIN KÜNYESİ
Kitabın Türkçe Adı: Kıbrıs’ın Acı Limonları
Yazar: Lawrence Durrell
Özgün Adı: Bitter Lemons of Cyprus
Çevirmen: Ülker İnce
Tür: Anı
Sayfa Sayısı: 288
Yayınevi: Can Yayınları
İlk Basım: Ağustos, 2007

KİTABIN ÖZETİ
Kitap, Venedik’teki duraktan Kıbrıs’a gitmek için yola çıkan Lawrence Durell’ın o sırada yaşadıkları ile başlamaktadır. Durrell, Kıbrıs’a kendi deyimiyle “gönüllü bir sürgün” olarak bir süreliğine kalmaya gidecektir. Yazar, Kıbrıs’ta ilk olarak bir papazla tanışır ve onunla arkadaş olur. Papaz, yazara yardımcı olması ve arkadaşlık etmesi için kuzenini görevlendirir. Papazın kuzeni, yazarı Kıbrıslı Rumlar ile tanıştıracak ve bu kişiler yazarın Kıbrıs’taki ilk sosyal çevresini oluşturacaktır. Yazar, Girne’de yaşamaya karar verir ve Kıbrıs insanını saf ama neşeli kişiler olarak betimler. Şaraplar ve hoş sohbeti sayesinde onlarla kolayca samimi olduğunu belirtir.
Yazar, yarı üçkâğıtçı yarı emlak komisyoncusu diyebileceğimiz Sabri Tahir adlı bir Kıbrıslı Türk ile tanışır. Yazar, Sabri aracılığıyla, akıl oyunlarıyla ve iyi bir pazarlıkla uygun fiyata bir ev satın alır. Bu bölümde Kıbrıs adasındaki bir ağacın veya bir arsanın hakkının onlarca kişide olabileceğini ve adadaki mülkiyet sorununu öğrenmekteyiz. Yazar, böylece Bellapais’te yaşamaya başlar. Durrell, bazı köy sakinleri tarafından hoş karşılanmasa da diplomatik, nazik ve karşındaki insanı misafirperverliğe davet eden davranışları nedeniyle aradaki buzları eritebilmektedir.
Rum milliyetçiliğinin ve ENOSİS isteğinin arttığı, köylülerin sohbetinden bile anlaşılabilir bir durumdadır. Yazar, Kıbrıslı Rumların zayıf noktasını bulup onları Yunanistan’daki kişilerle kıyaslayarak onlardan fayda sağladığını itiraf etmektedir. Örneğin alacağı bir ürüne çok para isteyen Rum satıcılara, Yunanistan’da kimse bir misafirden bu kadar para istemez diyerek onları manipüle edebilmektedir. Buradan da anlaşıldığı gibi Rum halkında Yunanistan’a özenme durumu uç boyutlardadır. Yazar, adadaki son zamanlarda ortaya çıkan siyasi karışıklığı yazması için bir dergiden teklif alır. Bu yazıyı yazarken olaylar hakkında daha da çok bilgi ve fikir sahibi olur. Durrell, ileride devlet teşkilatlarına Kıbrıs sorununu anlatacak raporlar da yazacaktır. Yazar, ayrıca Lefkoşa Lisesi’nde öğretmenliğe başlar. Burada beyinleri yıkanan, ileride birer teröriste dönüşecek birçok Rum milliyetçisi öğrenciyle de tanışır. Yazara göre İngilizlerin Kıbrıs politikasındaki en büyük başarısızlığı Kıbrıslıyı ve Kıbrıslının değerler bütününü İngiliz ailesinin içine alamamaktı. Bu durum, Kıbrıslılara ihmale uğramışlık hissi vermekteydi.
Yazar, bir devlet dairesinde iş bulması nedeniyle evinden taşınır ve bu evi kardeşine bırakır. Adada ENOSİS isteğinin artmasıyla önce ayrılıkçı ve aşırı milliyetçi Rumlar, sonra ılımlılar, en son da Kıbrıslı Türkler seslerini yükseltmeye başlar. Adadaki dingin ortam azalmaya ve neşeli insanların arası artık açılmaya başlar. Artık kanlı olayların çıkması an meselesidir. Basının kışkırtması, yetkililerin ilgisizliği, İngiltere hükümetinin bekleme yanlısı tavrı, adadaki kolluk kuvvetlerinin yetersizliği gibi sorunlar da vardır. Britanya devleti, adaya pek yatırım yapma niyetinde değildi, adanın altyapıları eskiydi ve devlet kurumları hizmet veremeyecek düzeydeydi. Rumlar, kendi geleceklerine karar vermek istediklerini belirtmektedirler. Hatta Rumlar yapılması istenen oylamada belki de ENOSİS için hayır oyu bile kullanabileceklerini, önemli olanın görüşlerinin alınması olduğunu bildirmektedir. Türkler ise Rumlar tarafından yönetilmek, tüm yetkilerin onlara verilmesini duymak istememektedir. Böyle bir durum olduğu takdirde yazarın Kıbrıslı Türk arkadaşı Sabri, savaşacaklarını ifade etmektedir. İngilizler ise temkinliydiler ve olayların kontrol edilebilecek nitelikte olduğu düşüncesindeydiler. Oysa EOKA üyesi Rumlar, planlı ve organize şekilde 1 Nisan’da bombalı eylemlerine başlamıştılar. Bu saldırılardan çok daha önce EOKA üyelerinin Rum öğrencilere EOKA yemini yaptırdığı anlaşılır. Yazar, EOKA üyelerinin tutulduğu hapishaneye gittiğinde bu kişilerin sadece kötü ruhlu kişilerden oluşmadığını, bazı kırgın ve idealist gençlerin de bu örgütte yer aldığını anladığını belirtmektedir. Bir “yabancı” olan yazara, saldırı olaylarından sonra köy halkının duyduğu sempati, arkadaşlık, samimiyet, sevgi gibi duygular azalsa da bu duygular hiçbir zaman bitmemiştir ve bu duygular yerini hiçbir zaman düşmanlığa bırakmamıştır.
İnsanlar, artan terör olayları nedeniyle tanımadıkları birini görünce ya da farklı bir ses duyunca hemen silahlara sarılmaya başlamıştır. Ada insanının ruh halinde meydana gelen değişim çok keskindir. Eski umursamaz, samimi ada insanı yerini korkan, her şeyden tedirgin olabilen insana bırakmıştır. Yazar, bu gelişmelerden dolayı çok üzüldüğünü, adanın eski günlerini çok özlediğini belirtmektedir. Artık adada kalma isteğinin azaldığını hissetmektedir. Durrell, Kıbrıs’tan ayrılmaya karar verir. Yazar, grevler, eylemler, bombalamalar, idamlar arasında adadaki son günlerini arkadaşlarına, komşularına ve bir daha hiç göremeyeceği köy halkına veda etmeye ayırmıştır. Kıbrıs’tan gidiş için gerekli evrakları almaya giderken yolda gördüğü köylülerin çoğu ona eskisi kadar samimi bir şekilde selam vermemektedir. Yazar, böylece adadan gitme vaktinin geldiğinden emin olarak adadan ayrılmak üzere yola çıkar ve kitap burada biter.

KİTABIN YORUMU
Durrell, Kıbrıslıları özünde yalın, eğlenceli, dobra, dürüst ama biraz saf insanlar olarak tasvir eder. Yazarın kitabın bazı yerlerinde Kıbrıs insanını tembel, inatçı, meraksız olarak nitelendirdiği, anlatımında sürekli kalıp yargılar (stereotipler) ve sıkça genellemeler kullandığı görülebilir.
Durrell, Kıbrıs sorunun nasıl alevlendiğini gözlemleriyle son derece doğal bir şekilde anlatmaktadır. Ancak yazarın adada yaşadığı süre boyunca sosyal çevresinin Kıbrıslı Rumlardan ve İngilizlerden oluştuğunu, bu yüzden daha çok gözlemlerinin bu kişilere dayalı olduğunu da ekleyebiliriz. Yazar, kültürel olarak Rumlara daha yakındır ve Rum burjuva kesimi ile daha çok ortak yön bulmaktadır. Türklerin ise daha çok tarım ve hayvancılıkla uğraşmalarından dolayı yazarın Kıbrıslı Türkler ile olan anıları sınırlıdır. Kitapta, Türk mahallesine gittiğinde bile yazarın sohbet ettiği kişilerin Rumlar olduğu görülmektedir. Buna rağmen bu kitap, o dönem Kıbrıs’ını tanımak, gözlerde canlandırmak, Kıbrıs insanın yaşadıklarını anlamak için mutlaka okunmalıdır. Kitap ayrıca Kıbrıs kültürünü, folklorunu, doğasını edebi bir dille anlatması; mani, şiir ve anekdotlara yer vermesi açısından da başarılı sayılabilir.

Prof. Dr. Selçuk R. Şirin’in “İtiraz Et, Hayal Kur, İlerle!” isimli TEDxIstanbul konuşması

Prof. Dr. Selçuk R. Şirin’in “İtiraz Et, Hayal Kur, İlerle!” isimli TEDxIstanbul konuşması
Selçuk Şirin konuşmasına Türkiye tarihindeki başarılara rağmen onu en çok umutsuzluğu iten konunun Türkiye’deki çocukların yarısının hayal kurmuyor oluşu olduğunu söyleyerek başlıyor. Çocukların en büyük hayallerinin ise ev ve iş gibi sıradan hayaller olduğunu belirtiyor. Selçuk Şirin doğduğu ve çocukluğunun geçtiği ilin Türkiye’nin üniversite sınavlarındaki en başarısız ili olduğunu belirtiyor. Şirin, en başarısız liseden ODTÜ ve New York Üniversitesi’ne gidebilmesinin sebebinin köyde doğmuş bir dahi olmasından değil, babasının ona ODTÜ öğrencilerinin gösterdiği fotoğraf üzerine hayal kurması olduğunu açıklamaktadır. Şirin üniversitede okuma gibi bir hayalinin aslında olmadığını, bakkal dükkânı işletmeyi planladığını ama o fotoğrafı görünce hayaller kurmaya başladığını açıklıyor. Bunun bir nedeninin de anne ve babasının ortaokulda köydeki evlerine kütüphane kurmaları olduğunu belirtmektedir. Türkiye’de yaşayan 2 milyon Suriyeli mülteci çocuklarının geleceğinin planlamasını gerektiğini açıklamaktadır. Şiddet ve savaş gören, ailesini kaybeden, travma geçiren bu çocukların büyük bir çoğunluğunun okulda değil sokakta olduğunu belirtmektedir. Eğitim görmeyen mültecilerden terör ve suç örgütlerinin geçmişte çıktığını, bu çocukları bundan kurtarmak için onlara ulaşmak ve yatırım yapmak gerektiğini vurgulamaktadır. Türk çocuklarının PISA sonuçlarında ilk 40’da olmadığını, milli gelirin yerinde saydığını bundan kurtulmanın yolunun ‘hayal gücü ekonomisi’ kavramına geçiş olduğu belirtilmektedir. Ekonomiyi büyültmenin tek yolunun katma değerler yani akıl, zekâ, fikir, sanat, tasarım ile olur. Bunlar olmadan üretilen şeyler ekonomiyi yeterince ileriye götüremez. Whatsapp, Minecraft gibi fikirlerin ekonomiye katkısının fındık üretiminden daha karlı olduğunu rakamlarla görülebilir. Hammadde hamallığından kurtulmak için 3 öneri vardır. İlk bilgi ekonomisi (bilgiye ulaşma ve bilgiyi paylaşma), basın özgürlüğü de bilgiye ulaşma özgürlüğüdür. Bilgiye ulaşan ülkeler daha çok inovasyon yapar. İkinci olarak, adil rekabet kuralları yerleştirilmelidir. Adalet sistemini oturtan ilkelerde insanlar çalıştıklarının karşılığını alacaklarını bilirler. Son olarak çocukların hayal ekonomisini geliştirmesi için itiraz etme (Crtitical Thinking, Problem Çözme, Eleştirme) becerilerinin geliştirilmesi gerekmektedir. 

Mucize (2015) Filmi


Mucize (2015) Filmi

Mahir, İzmir’de yaşayan, evli ve çocuklu bir öğretmendir. Mahir Öğretmen, doğu illerinden birindeki dağ köyüne tayinin çıktığını öğrenir. Karısı bu yere gitmesine karşı çıksa da, Mahir Öğretmen bu yere gitmek zorunda olduğunu karısına anlatır. Eşi, Mahir’in gitmesini kabul etse de çocukları için kendisinin İzmir’de kalması gerektiğini söyler. Mahir Öğretmen’i terminalde eşi, akrabaları ve çocukları uğurlar.
Mahir, son duraktan indiğinde devletin yolu bu kadar yaptığını bundan ilerisini köye gitmek için yaya olarak yürümesi gerektiğini öğrenir. Köye varmak için dağları, gölleri aşar ve çok zorlu bir yolculuk yaparak hedefine ulaşır. Dağ köyüne varan Mahir’i köy halkı tehlikeli biri olarak görüp silahlarla karşılar ama Mahir, köyün yeni öğretmeni olduğunu söyleyince silahlar iner. Köy halkı, köye öğretmen geldiğine ilk başlarda inanamazlar. Şaşırma sırası Mahir’dedir. Çünkü bir okul binası olmayan bir köye öğretmen olarak atandığını öğrenir. Öğretmen, İl Eğitim Müdürlüğü’ne gidip bu köyde okul binası olmadığını söyleyip yardım isteyeceğini açıklar. Bu sırada köyde yaşı en büyük gencin evlendirilmesi için bir toplantı yapılır. Aslında köyün yaşı en büyük genç bekar erkeği engelli bir genç olan Aziz’dir. Fakat köy halkı bu görücü usulü organizasyonda Aziz’i atlar. Aziz’in bu duruma morali bozulur. Köyün ileri gelenleri Aziz’in kardeşi Celal’e eş bulmak için çalışmalara başlamıştır. Öğretmen ve muhtar, İl Eğitim Müdürlüğü’ne giderken atlı eşkıyalarla karşılaşırlar. Öğretmen bu eşkıyalarla tanışır. Onların anlatıldığı gibi şiddet yanlısı insanlar olmadığını, zararsız insanlar olduğunu zamanla anlayacaktır. İl Eğitim Müdür’ü ülkedeki karışık durumlar nedeniyle onlara okul binası yapımı konusunda yardımcı olamayacağını söyler. Müdür, öğretmene köyde okul bulunmadığını bir dilekçeye yazıp memleketine geri dönmesini tavsiye eder. Öğretmen bu tavsiyeye başta sıcak bakar. Ancak köylülerin bu durum karşısında hayal kırıklığı yaşayacağını ve köy çocuklarının öğretmenlerini görünce gözlerinde oluşan ışığın kaybolacağını bilmektedir. Öğretmen düşünür ve zor bir karar alarak köyde kalacağını muhtara açıklar. Buradan görüldüğü gibi aslında öğretmenlik bir vicdan işidir. Kalmaya karar veren öğretmenin tek bir şartı vardır. Öğretmen, kalması için köydeki kız çocuklarının da okula gönderileceğinin garantisinin verilmesini ister. Öğretmen eşini arayıp eşkıyalar tarafından kaçırıldığı yalanını söyler. Eşkıyaların 2 bin lira fidye istediğini ve paranın hemen gönderilmesi gerektiğini açıklar. Bu gelen para ile okulun inşaat malzemelerinin masraflarını karşılanacaktır. Okul binasının yapımı için inşaat malzemeleri gelmiştir. Binanın yapımına dağdan gelen eşkıyaların da yardım edeceğini öğrenen öğretmen eşkıyalarla birlikte çalıştığının duyulmasından ve bu yüzden başının belaya girmesinden korkmaktadır. Okulun yapımı tamamlanır ve açılış töreninin ardından öğrenciler sınıfa girer. Engelli genç Aziz’in sınıfı ilgiyle izlediği görülür. Öğretmen, okul bahçesinde öğrencilerin Aziz’e vurduğunu görür ve öğrencileri farklılıklara saygı duymaları konusunda uyarır. Öğretmen, Aziz’i de sınıfına alarak diğer öğrencilerle birlikte ona da eğitim vermeye başlar. Böylece hem diğer öğrencilerle Aziz’i kaynaştırır hem de Aziz’e basit seviyede eğitim vermeye başlar. Öğretmen, okul çıkışları Aziz ile özel olarak ilgilenir ve ona ders çalıştırır.
Muhtar, öğretmene kışın gelmesiyle yolların 8 ay süreyle kapanacağını, diğer yerlerle iletişimin kesileceğini, ailesine mektup yazacaksa elini çabuk tutmasını söyler. Aziz, öğretmenin de yardımıyla okuma yazma öğrenmeye başlar ve kendisine yeni bir yaşam amacı bulur. Öğretmen, Aziz’i evine alarak onu çalıştırır. Artık Aziz’in okulun zilini çalıp öğrencileri sınıfa toplama gibi görev ve sorumlulukları vardır. Aziz artık basit cümleler kurmaya başlamıştır ve gösterdiği gelişim takdire şayandır. Köy erkeklerine eş seçmeye giden köy kadınları ve gerdek gecesi adetleri bize köydeki kadının yerini göstermektedir. Köy kadınları bile kendi hemcinslerini birer meta olarak görmektedir. Gerdek gecesi erkeğin kadına gözdağı vermek ve otoritesini göstermek için güvercin kafası koparma gibi çağ dışı adetler bile vardır. Bu sahneler köydeki insanların eğitim seviyelerini ve sosyokültürel durumlarını göstermektedir.
Muhtar, İsa adlı karakteri tabancayla vuracak olan kişiyi durdurur ve İsa’nın canını kurtarır. Buna karşılık olarak İsa, muhtara olan can borcunu ödemek için muhtarın oğluna kızını vermeyi teklif eder. Muhtar oğlunun sakat olduğunu belirterek bu teklife olumlu yaklaşmasa da aldığı ısrarlar sonucunda kabul eder. Muhtar, oğlu Aziz’e ona kız bulduklarını söyler ve evlenmek isteyip istemediğini sorar. Aziz büyük bir mutlulukla evlenmek istediğini belirtir. Aziz’in karısı, düğün gecesi ilk defa Aziz’i görüp onun engelli olduğunu anlayınca moral olarak çöker. Aziz gerdek âdetine karşı çıkarak güvercinin kafasını koparmak yerine onu serbest bırakır. Buradan da anlaşılacağı gibi Aziz’in engelli olması onu diğerlerinden daha kötü bir insan yapmamaktadır aksine çoğu köylüden daha iyi kalpli bir adamdır. Aziz’in karısı engelli bir bireyle evli olduğu için toplum tarafından gördüğü sosyal baskıya, alaylı laflara ve strese dayanamaz. Bunu öğrenen Aziz eşinin üzülmesine sebep olduğu için intihar etmek istese de öğretmen onu intihardan vazgeçirir. Öğretmen, Aziz’e sorununu yazmasını böylelikle sorunu çözebileceklerini söyler. Bunun için de Aziz’in okuma yazma öğrenmesi gerekmektedir. Böylece öğretmen ve Aziz okuma yazma çalışmalarını daha da artırır. Aziz, karne günü okula gitmeyince köylüler onu arar. Aziz’in bir mektup bırakıp eşiyle birlikte kaçtığı anlaşılır. Aziz, mektubunda kendisi engelli olduğu için eşine yapılan sosyal baskılar yüzünden köyden ayrıldığını belirtir. Öğretmen köydeki görevini tamamlar ve ayrılırken bir veda konuşması yapar. Aradan 7 yıl geçer, öğretmen bu dağ köyüne geri döner. Öğretmen yanında Aziz’i, onun eşini ve çocuklarını da getirir. Aziz’i gelişim göstermiş şekilde gören köylüler şaşırır. Aziz’in giyim kuşamı, konuşması ve yürüyüşü değişmiştir. Babası, Aziz’e tedavi olup olmadığını sorduğunda aldığı yanıt “Hayır, ben karıma aşık oldum.” şeklindedir. Bu noktada film, gerçek bir hikâyeden uyarlandığını bir kez daha belirtir. Filmdeki Aziz karakterine ilham veren kişi, eşi, üç çocuğu ve torunuyla İstanbul’da mutlu bir yaşam sürmektedir. Film bu ailenin bir fotoğrafıyla son bulur.

FİLMİN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Yetiştirilecek öğretmenlerin farklı ve engelli bireylerle nasıl iletişim kurup onları nasıl kazanacaklarını öğrenmesi gereklidir. Ayrıca öğretmen adayları ile eğitim yöneticisi adaylarına, engelli bireyleri bulundukları ortamdan soyutlamak yerine; çağdaş ve bu bireylerin ilgisini çekecek eğitim yolları öğretilmelidir. Mahir, öğrencilerine sadece hümanist şekilde davranmamıştır ayni zamanda onlara ilgilerini ve enerjilerini çekebilecek, yeni bir hayat sunacak uğraşlar vermiştir. Mahir Öğretmen, Aziz’in okuma ilgisini keşfedip onu bu alana yönlendirmiş ve ona her türlü desteği sağlamıştır. Tüm öğretmenlerin de öğrencileri ilgi alanlarına göre ve yaşam kalitelerini artıracak etkinliklere yönlendirmesi önemlidir. Öğretmenler bu yönden de eğitilmeli ve teşvik edilmelidir. Filmde tek eleştireceğim nokta ise Türkiye’nin doğusundaki öğrencilerin çektiği dil sorununa çok değinilmemesidir. Öğretmenler imkânsızlıkları bahane etmeden gerekirse farklı çözümler bularak eğitim yapabilmelidir. Öğretmenlere bu zorlu görevlerinde işe yarayacak teknik bilgi yanında psikolojik destek ve motivasyon da verilebilir.

FİLM İLE İLGİLİ NOTLAR:
Filmdeki Aziz karakterine ilham olan kişi, bu filmin ön gösterimine davet edilmiştir. Ön gösterimde bu kişi, kendisini oynayan Mert Turak’a sarılarak ağlarken “Çok güzel oynamışsın. Mahsun (yönetmen) ve ekibine de çok teşekkür ederim. Benim yaşadıklarım bu ülkenin engellileri için umarım umut olur. Sevgi ve aşkın iyileştiremeyeceği hiç bir hastalık yoktur. Yeter ki insanlar inansınlar. Lütfen bu ülkede engellileri engel olarak görmeyelim. Ben hayatımı her şeyimi eşime borçluyum. Allah ondan razı olsun” diye konuştu.

Koro / Les Choristes Filmi (2004)

Koro / Les Choristes Filmi (2004)

Film, bir orkestra şefi olan Pierre’e annesinin ölümünün haber verilmesiyle başlar. Pierre, konser sonrası annesinin cenaze törenine katılmak için ülkesine döner. Gece kapıyı çocukluk arkadaşı olduğunu anladığımız Pepinot isimli kişi çalar. Pierre başta Pepinot’u tanımasa da sonradan sınıf arkadaşı olduklarını hatırlar. Aradan elli yıl geçmiştir, ikili okul yıllarını anmaya başlarlar.  Pepinot, Pierre’e okuması için bir kitap verir. Bu kitap, 1949 yılında yazılmıştır ve aslında müzik öğretmenin tuttuğu günlüktür. Bu sahne ile birlikte filmde 50 yıl öncesine gideriz. 
Müzik öğretmeni, iş ilanındaki yazıya göre “zor öğrencilerin bulunduğu” okuldaki ilk iş gününe yetişebilmek için yürümektedir. Okulun adı ilginç bir şekilde Fransızcada yerin dibi anlamına gelmektedir. Müzik öğretmenini kapıda babasını bekleyen Pepinot isimli öğrenci ve okulun hademesi karşılar. Üçü birlikte okulun içine yürümeye başlarlar. Müzik öğretmeni Mathieu, okulun otoriter ve sert müdürü Rachin ile karşılaşır. Mathieu, okuldaki çocukların sorunlu, kimsesiz ve asi çocuklar olduğunu hemen anlar. Okulun hademesi kurulan tuzak sonrası yaralanır. Müdür Rachin, suçlu bulunmadığı için Mathieu’dan rastgele bir öğrenciyi seçip cezalandırmasını ister. Bu ceza şeklini Mathieu anlamlandıramasa da bir öğrenciye rastgele ceza verir. Böylece Mathieu okuldaki sistemi ilk defa sorgular. Müdür bu ceza sistemini etki-tepki mottosuyla açıklar ve her kötü davranışın bir cezası olacağını sürekli tekrarlar. Mathieu yerine geldiği müzik öğretmeni ile karşılaşır. Eski müzik öğretmeni, öğrencisinin kendisini yaraladığı için bu okulu bıraktığını anlatır. Mathieu, müdürün öğrencilerine şiddet uyguladığını ve öğrencileri bir mahkûm gibi hücreye kapattığını bildiğinden hademeye tuzak kurup onu yaralayan çocuğun ismini bildiği halde kimseye söylemez. Bu çocuğa makul bir ceza verir. Mathieu, ilk dersten bu “sorunlu” çocuklara hümanist bir şekilde davranıldığında olumlu geri dönüşler alacağını anlar. Pepinot isimli öğrencinin anne babasının savaşta öldüğü ama öğrencinin bu olayı bilmesine rağmen gerçeği kabullenmeyip her cumartesi günü anne babasını okulun kapısında beklediği anlaşılır. Diğer öğretmenler de Pepinot’a gerçeği söylemekten bıkmışlardır ve onun bu davranışlarını kabullenmiştirler. Mathieu, öğrencileriyle ilk koro denemesine başlar. Öğrencilerine yeteneklerine göre görevler verir. Örneğin hiçbir şarkı bilmeyen küçük Pepinot’u orkestra şefi yapar ve şefkatle davranır.  Her gece yapılan provalar, güzel sonuçlar vermeye başlar. Koro öğrencilerin dikkat ve ilgisini oldukça çeker. Mathieu, koro konusunda müdür Rachin’den destek istediğini ona bildirse de müdür bu öğrencilerin bir nota bile söylemeyeceğini iddia eder. Mathieu ise öğrencilerin şimdiden çok başarılı bir performans verdiklerini ifade eder. Rachin öğrencilerin başarısızlıklarını izleyip gülmek istediğini belirterek koro çalışmalarına izin verir. 
Görevli bir psikolog, okula psikolojik sorunları olan yeni bir öğrenci getirir. Bu öğrenci zekâ testlerine tabii tutulmuştur ve sınırlı zekâda çıkmıştır. Mathieu, zekâ testleri ile öğrencilerin etiketlenmesine olumlu bakmamaktadır. Bu sorunlu öğrencinin adı Mondain’dir. Mondain, Pepinot’a zorbalık yapmaya başladığından Mathieu tarafından uyarılır. Mathieu, koro çalışmalarına katılmak istemeyen Pierre isimli öğrencinin aslında müziğe karşı ilgisi ve olağan üstü yeteneği olduğunu fark eder ve bu durum karşısında çok heyecanlanır. Mathieu, Pierre’i müzikal yeteneği olduğuna ikna etmek için çalışmalara başlar. Ayrıca Pierre annesine kendisini bu yatılı okula bıraktığı için kızgındır. Mathieu, koro çalışmalarına katılması için ikna ettiği Pierre’e hem müzikal anlamda hem de çocuğun annesi ile olan sorunları çözmesi anlamında çok yardımcı olur. Ayrıca Pierre’in annesine Pierre’deki bu müzikal yeteneğin ileride değerlendirilmesi için ısrarla tavsiyelerde bulunur, onun ileride mutlaka bir müzik okulunda eğitim alması gerektiğini söyler. 
Mathieu, her gece koro çalışmaları için yeni bir beste hazırlar. Mayıs ayı geldikçe Mathieu’nun kendi deyimiyle müzik yoluyla yeni zaferler kazanmaktadır. Örneğin bir sahnede kafasına futbol topu gelen müdürün tüm öğrencilere ceza vereceği düşünülürken, futbol maçına okul müdürü de ile katılır. Müdürün davranışlarındaki olumlu değişiklikler de Mathieu’yu sevindirmektedir. Mondain’in okulun tüm parasını çalıp kaçınca müdürün bu hoşgörülü tavrı birden son bulur ve eski acımasız haline geri döner. Müdür okuldaki bu olumlu havayı sağlayan koroyu yasaklar. Bu arada öğrenciler, soğuk suyla banyo yapmaktan şikâyetçidir. Okul müdürü gibi baskıcı görünen beden eğitimi öğretmeni, müdürün depoda sakladığı odunları Mathieu ile birlikte alır ve öğrencilere sıcak su sağlarlar. Mathieu beden eğitimi öğretmenini tanıtırken, onun müdür gibi olduğunu sandığını, ama aslında iyi biri olduğunu, bu öğretmenin de spor ve müziğin okuldaki sosyalleşmenin çimentosu olduğuna inandığını ifade etmektedir. Böylece Mathieu’nun buraya dayanma gücü artar. Yasaklanan koro çalışmaları artık gizli bir operasyon gibi gerçekleşmektedir. Artık öğrenciler koro çalışmamız bitmiştir denildiğinde bile koro çalışmasının devam etmesini istemektedirler. Paraları çalan Mondain okula polisler tarafından geri getirilir. Müdür, paraların yerini öğrenmek için şiddete başvurur. Mondain paraları ısrarla kendisinin çalmadığı söylemektedir. Mondain gördüğü şiddete dayanamaz ve müdürün boğazını sıkar, diğer öğretmenler araya girer. Bu bize şiddetin daha fazla şiddete neden olmaktan başka bir getirisi olmadığını gösterir. Müdür, Mondain’in suçunu itiraf etmemesine rağmen itiraf ettiğini söyleyerek polisleri onu götürmesi için çağırır. Koro çalışmalarını duyan yardım komitesi okula gelip öğrencilerin koro performansını dinlemek ister. Bu durum fazladan iş çıktığı gerekçesiyle müdürün canını sıkar. Koroyu izlemek için yardım komitesi okula gelir, komite başkanı bu okulda çağdaş eğitim yöntemleri ve yaklaşımları kullanıldığı için memnun olduğunu belirtir. Komite başkanı, koro fikrinin kimden çıktığı sorunca müdür yalan söyleyerek bu fikrin kendisinin çıktığını açıklar. Mondain’in suçlu olmadığı ve okuldan hak etmediği şekilde atıldığı anlaşılır. Bu durum bize baskıcı eğitim sisteminin ne kadar önyargılı ve yanlış olduğunu gösterir. Müdür koronun başarısını terfi ve madalya almak için kullanmak amacıyla okuldan ayrılır, yetkililerle görüşmeye gider. Fırsattan istifade eden Mathieu ve hademe tüm öğrencileri alarak geziye gider. Bu sırada haksız şekilde okuldan atılmasının intikamını almak isteyen Mondain, okulun bir bölümünü yakar. Müdür, okulda yangın çıktığı saatler, geziye gidilip okulun boş bırakıldığını bahane ederek Mathieu’yu işten atar. Müdürün gerçek amacı hümanist eğitim yaklaşımını beğenmediği bu öğretmeni okuldan uzaklaştırmaktır. 
Mathieu’ya öğrencileri yakışır bir veda etme fırsatını kaçırmazlar. Mathieu okuldan ayrılırken öğrenciler, kâğıttan uçaklar yapıp  Mathieu’ya atarlar. Kâğıtlarda Mathieu’ya veda mesajları yer almaktadır. Öğrenciler ayrıca Mathieu’ya pencereden el sallayarak, ondan öğrendikleri şarkıları söyleyerek veda etmektedir. Mathieu’nun gözleri dolsa da tebessümle son bir defa okula bakıp veda eder. Mathieu okuldan kovulduktan sonra Pierre’in annesi öğretmeninin tavsiyesini dinleyip çocuğunu müzik okuluna yazdırır. Diğer öğretmenler ve hademe birlik olup müdürün öğrencilere uyguladığı şiddet ve acımasız uygulamaları ihbar eder. Böylece müdür okuldan alınır. Mathieu ölene kadar müzik dersleri vermeye devam eder, ünlü olmayı asla denemez, tüm yaptıklarını kendine saklar. Pepinot isimli öğrenci Mathieu kovulunca okuldan kaçar ve kovulan Mathieu’nun peşine düşer, ondan kendisini yanına almasını ister. Mathieu bunu ilk başta bunu kabul etmese de onu himayesi altına alır. Pepinot’un hayali farklı bir şekilde olsa da gerçek olur, her cumartesi günü kapıda beklediği gibi bir cumartesi günü aile sevgisine kavuşur. Filmde tekrardan 1999 yılında gidildiğinde, Yaşlı Pepinot ve Yaşlı Pierre’in hayatlarına dokunan bu öğretmeni, onun günlüğünü okuyarak gözyaşları ve sevgi içinde andıklarını görürüz.

FİLMİN DERS AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ:
Mathieu'nun okul hademesini yaralayan öğrenciye, şiddet ve hücre cezası vermesi yerine hademe iyileşene kadar ona yardım etmesi şeklinde görev vermesi eğitimcilerin cezalandırıcı değil doğru yolu gösteren kişiler olması gerektiği düşüncesinin güzel bir örneğidir. Öğrencilere verilen cezalar bir yerden sonra neden alındıklarını unuttururlar. Her hataya hoşgörüsüz bir karşılık verirsek insanları kazanmayız aksine onları doğrulardan daha çok uzaklaştırırız, çatışmayı artırırız. Bu yüzden ceza yöntemi yerine hatanın telafi edilmesi öğrencilere öğretilmelidir. Bunun için de yetiştirilecek öğretmenlerin yeni yaklaşımları, ceza ve ödül psikolojisini öğrenmesi de gerekmektedir. Ayrıca öğretmen adayları ile eğitim yöneticileri adaylarına, tutucu ve baskıcı eğitim yöntemleri yerine çağdaş ve çocuğun ilgisini çekecek eğitim yolları öğretilmelidir. 
Mathieu öğrencilere sadece hümanist şekilde davranmamıştır ayni zamanda onlara ilgilerini ve enerjilerini çekebilecek uğraşlar vermiştir. Öğretmen yetiştiren kurumlar, öğretmenlere yasaklar sunmayı değil öğrenciyi nasıl kazanacaklarını ve öğrencinin ilgisini nasıl çekeceklerini öğretmelidir. Mathieu’nun Pierre’in müzik yeteneğini keşfedip onu bu alana yönlendirmesi gibi öğretmenlerin öğrencileri ilgi alanlarına ve gelecekte yapabilecekleri mesleklere yönlendirmesi önemlidir. Öğretmenler bu yönden de eğitilmeli ve teşvik edilmelidir. Filmdeki Mathieu ve diğer karakterleri eleştireceğim tek yön ise müdürün olumsuz davranışları nedeniyle ilk başta hiçbir yaptırımda bulunmamaları ve bir yerlere şikâyete gitmemeleridir.

FİLMİN YAPIMI İLE İLGİLİ NOTLAR:
Aynı zamanda filmin yapımcılarından biri de olan aktör Jugnot (Mathieu rolündeki aktör), filme kaynak sağlayabilmek için Paris'teki evini de ipotek ettirmiştir. Filmden aktör-yapımcı olarak kazandığı 5 milyon € ile 2004'te Fransa’nın en çok kazanan aktörü unvanını almıştır. Film, Fransa’da 8,6 milyon izleyici sayısına ulaşarak bir gişe rekoru kırmıştır. Yani aslında filmin yapımı da konusu gibi bir takım zorluklara karşı riskler alınarak ve fedakârlıklar gösterilerek çekilmiş ve başarılı olmuştur.

Hakkâri’de Bir Mevsim Filmi (1982)

Hakkâri’de Bir Mevsim Filmi (1982)
Film, karlı dağdaki uçsuz bucaksız karlar içindeki görüntü sekansıyla açılır. Bu sahneler bize klostrofobik bir şekilde dağ köyündeki ambiyansı yansıtmaktadır. Boğucu ve hiçliğin olduğu bir ortamda bir adam elinde bavullarıyla düşe kalka karların olduğu tepede yürümektedir. Bir eve yerleşir, köy halkı tarafından karşılanır. Kalıcı olup olmadığını soran köylülerden biri kalıcı olacağını duyunca şaşırır. Köylüler, karşılarındaki bu adamın gözlerinin içine büyük bir merakla bakmaktadır. Buraya gelmesini mektubunda sürgün diye tanımlayan adam, bir mevsimi burada geçireceğini belirtmektedir. Dağ köyünü gezen adam, çalışan çocukları, evlerinde sıkışıp kalan kadınları, yoksulluğu, çaresizliği, yalnızlığı görmektedir. Adam köyün muhtarı ile köyün ilkokul sınıfa gider. Adamın ilkokul öğretmeni olduğu anlaşılır. Muhtar, dağınık ve pislik içinde olan sınıfın düzeltileceğini belirtir. Muhtar, öğretmenden beklentilerinin sadece okuma yazma öğretme, basit hesap kitap işleri olduğunu açıklar. Köylüler öğretmenlerine hediye olarak soğuk kış gecelerinde yakması için odun verir. Köylülerden biri öğretmenin lojmanında radyo görünce şaşır ve radyoyu inceler. Okuldaki ilk gün öğretmen, öğrencilerden kalemlerini ve defterlerini çıkarmalarını ister ancak öğrencilerin defterlerinin ve kitaplarının olmadığını öğrenir. Bunun üzerine dersi açık alanda yapmaya karar verir. Öğretmen sınıf dışında da öğrencilere güneş ve dünya ile ilgili bilgiler verir, dünyanın güneş etrafında dönüşünü anlatır. Öğretmen ile iyi derece Türkçe bilerek konuşan sayılı köylüden biri olan Halit bu köyde yaşamasına, evinin burada olmasına rağmen aslında öğretmen gibi bu köye yabancı olduğunu söyler. Halit’in hayat hikâyesi de gizemlidir.
Öğretmen gaz lambası ışığında şiirler ve yazılar yazar, entelektüel uğraşlar içinde olur. Buradaki gaz lambası ışığı, umudu ve sanatı simgeler diyebiliriz. Şiirler, sevgilim diye hitap ettiği eşi içindir. Öğretmen hasta olur, yorgunluk ve yaşadığı zorluklar nedeniyle gecenin bir yarısı sanrılar görür, okulu açar, öğrencilerini arar. Halit, öğretmene bu durumu anlatır. Ertesi gün öğretmen, öğrencilerine defter, kitap, silgi ve kalem dağıtır. Büyük öğrencilerden birinci sınıflara söylediklerinin tercüme edilmesini ister. Onlara boya verip resim yapmalarını söylenmesini ister. Birinci sınıf öğrencileriyle dil sorununu böyle çözmeye çalışır.
Muhtar, öğretmene köyden bir kadın bulup onun yalnızlıktan kurtulmasına aracı olmak ister. Öğretmen köyde kaldığı süre için bir kadın satın alınmasını öğretmen kabul etmez. Bir yandan da üstüne kuma getirilmekte olan bir kadın olan Zazi’nin dramı vardır. Jandarma öğretmenin geceleri ortaya çıkan arkadaşı Halit’i aramaktadır. Halit cinayeti işlemediğini iddia etmektedir ama sözlerinden yalancı olduğu anlaşılır. Zazi, çocuğunun tercüme etmesiyle öğretmenden yardım ister. Zazi, öğretmenden kocasıyla konuşup üstüne kuma getirilmemesi için kocasının ikna edilmesini rica eder. Zazi’ye göre kocası bir yabancı olan öğretmeni dinleyebilir. Öğretmen olayı çözmek için araştırma yapar. Bu araştırma sırasında Halit ona hayallerinden, yabancı olduğu bu köyden taşınma hedefinden bahseder. Öğretmene karısından mektuplar getiren postacı karlar eriyene kadar bir daha gelemeyeceğini belirtir. Muhtar, kuma alacağı ikinci karısı için düğün hazırlıklarına başlar, masraftan kaçınmaz. Düğün biter, muhtarın ikinci eşiyle yatak odasına giderken ilk eşi Zazi ile yüz yüze gelir.
Kardeşi hasta olunca öğrenci, soluğu öğretmeninin yanında alır. Öğretmen ona ilaç vermeyi teklif etse de öğrenci ilaç yerine kardeşine hayatında hiç yemediği portakal verilmesini ister. Portakal yemeden kardeşinin ölmesini istemeyen çocukların hikâyesidir bu. Sabah olduğunda köyde bir huzursuzluk vardır. Hastalanan çocuk ölmüştür. Hastalanan diğer çocuklar için köy halkı ve muhtar, öğretmenden yardım ister. Öğretmen, doktor olmadığını, bu salgını tedavi edemeyeceğini ama yazacağı mektubun bakanlığa gönderilebileceğini söyler. Köyde bir doktor ve sağlık ocağı bulunmaması bize terk edilmişliği gösterir. Sınıftaki öğrencilerin resim dersinde çizdikleri resimler de hastalanıp ölen çocuklar ve köyde bir doktor bile bulunmaması üzerinedir. Öğretmenin kapıyı açmasıyla soğuktan üşüyen bir köpeğin içeri girmesiyle bu olumsuz hava dağılır. Öğretmenin ve öğrencilerin gülmesi bize hayatta en ağır şeyler sonrasında bile gülünebileceğini anlatır. Doktor için ilgili yerlere telgraf çekilir. Mektubu ulaştırması için görevlendirilen köylü geri gelir. Öğretmene mektubun elinden alındığı ve ulaştırılacağının söylendiğini açıklar. Köylü, kesin bir cevap almadan gitmeyeceğini söylese de eli boş olarak köye geri döndüğünü açıklar. Yetkililer ne bir ilaç ne de bir doktor gönderecektir. Köylü, öğretmene gelecek kimse olmadığını hala niye anlamadığını sorar. Öğretmen bu duruma şaşırır ve neden kimsenin yardıma gönderilmediğini sorgular. Köylü, yetkililerin öğretmene bir daha bakanlığa mektup veya telgraf ile ulaşmamasını emrini iletir. Öğretmenin ölen çocuklar ve yetkililerin ilgisizliği nedeniyle içi kan ağlar şekildedir. Öğretmen, öğrencilerine “Hadi çocuklar, dersimiz oyun, hadi kardan adam yapalım.” der. Öğretmenin içi kan ağlasa da işine devam etmelidir. Halit, yine ortadan kaybolur.
Müfettiş köye gelir, okulu bulur ve önümüzdeki hafta karlar eriyince okulun kapatılacağını söyler. Öğretmen, okul kapanınca ne yapacağını müfettişe sorunca müfettişten “Artık özgürsünüz.” cevabını alır. Öğretmen, gideceği veya gitmek istemediğini bir yer olmadığını, bu maceranın böyle birden biteceğini hiç düşünmediğini ifade eder. Öğretmen öğrencilerinden bütün öğrettiklerini unutmalarını, hayatın gerçek bilgisini bu köyde veya uzak diyarlarda öğreneceklerini söyler. Öğrettiklerinin çoğu gerçek veya faydalı değilse öğrencilerinin kendisini affetmelerini ister. Öğretmen başka bir yerden geldiğini, karların erimesiyle gideceğini, burada yaşayacak olanların öğrenciler olduğunu belirtir.  Öğretmen öğrencilerine dağılmalarını, dersin bittiğini söylemesine rağmen öğrencilerin hiçbiri yerinden kalkmaz. Bunun üzerine öğretmen, “Dersi açık alanda yapalım.” der. Öğrencileriyle dağlarda gezer, öğrencilerin fotoğraflarını çeker. Öğretmen eşyalarını toplayıp dağların arasında yükselen güneşle gitmeden önce yaşadığı odasına ve köye son bir kez bakar. Filmin başında bir şey ezen köylü kadın, filmin sonunda yine ezmektedir. Bu rahatsız edici sesin filmin başında ve sonunda tekrar çıkması bize bazı şeylerin değişmediğini, bu düzenin devam ettiğini gösterir diyebiliriz.

FİLMİN  DEĞERLENDİRİLMESİ:
Filmin sonlarına doğru öğretmen, öğrencilere “Size öğrettiğim her şeyi unutun, sizin gerçekleriniz ile benim gerçeklerim örtüşmüyor.” diyerek konuyu özetler. Öğretilenlerin gerçek hayatta kullanılamaması ve yerelliğe odaklanılamaması eğitim sistemimizin genel bir sorunudur. Öğrenci ve öğretmen arasındaki dil ile kültür sorunu çözmek için gerekli adımlar atılmalıdır. Öğretmen yetiştiren, denetleyen ve müfredat yazan kurumların bu soruna odaklanması gerektiğini görebiliriz. Toplumsal ile coğrafi gerçeklere uygun müfredatlar yaratılması ve bu eğitimi verecek olan öğretmenler yetiştirilmesi önemlidir. Eğitim için gerekli koşullar, sağlanırsa bu çaresizlik kader olmaktan çıkar. Filmdeki öğretmenin ve köy halkının ağır işleyen bürokrasi konusunda daha çok mücadele ederek, daha iyi bir eğitim ve sağlık hizmeti almasını umut ederdim. Öğretmenler filmdeki gibi teknoloji, kâğıt, kalem eksikliğini bahane etmeden gerekirse dersi açık alanda veya farklı şekillerde yapabilmelidir. Öğretmenlere bu zorlu görevlerinde işe yarayacak teknik bilgi yanında psikolojik destek de verilebilir.

FİLMİN YAPIMI İLE İLGİLİ NOTLAR:
Film ayni adlı kitaptan uyarlanmıştır. Kitabın yazarı Ferit Edgü, askerlik yerine sayılan öğretmenlik hayatının bir bölümünü Hakkâri’de geçirmiş ve kitabın konusu da buradan çıkmıştır. Kitapta da dilini bilmediği yoksul çocuklara farklı bir dilde eğitim verilmesi anlatılır. Öğretmen burada aslında hem kendisine hem de köy insanına yabancılaşmıştır. Yazar kitabını “Bu kitapta yazılı olanları anlamakta güçlük çekebilirsin. Çünkü anlamak ortak bir dil gerektirir. Ortak dil ise ortak yaşam/ortak bilgi/ortak birikim/ortak düş kimi yerde, ortak düşüş demektir ama diyebilirsin ki bana yabancı olanı arıyorum ben. Öyleyse yolun açık olsun.” şeklinde anlatır. Filmdeki yabancılaşma, işlemeyen bürokrasi, varoluşsal sorgulamalar, kasvetli ortam yazarın Kafka’dan etkilendiğini gösterebilir.

İki Dil Bir Bavul (2008) Filmi

İki Dil Bir Bavul (2008) Filmi
Film kamyon arkasında yolda giden bavulla başlar. Bavulun yakın çekimde yolun arkadan akması bize eğitimin bir yolculuk olduğunu ve gidilmesi gereken yollar olduğunu, köyde umutlar olduğunu anlatır diyebiliriz. Filmdeki bavul imgelemi, aslında bize içinde farklı diller, kültürler olan eğitim sistemini hatta Türkiye’yi anlatır şeklinde yorum yapılabilir. Filmin adından da anlayabileceğimiz gibi bir bavulun içinde iki dil vardır. Bu durum bazen bir ağırlık, zorluk görülebilir bazen de kültürel çeşitlilik, özgünlük olarak görülebilir. Bavul simgesi ayni zamanda iki dil arasında sıkışan bir eğitim sistemini anlatır diyebiliriz.
Köy (Şanlıurfa/Siverek) halkı, öğretmeni güler yüzle karşılar. Genç öğretmen, lojmanına yerleşir. Lojmanın ve köy ilkokulunun durumu pekiyi değildir. Köydeki su sorunu da onu hayal kırıklığa uğratır. Genç öğretmen, batıda, apartman hayatında büyümüştür. Kırsala alışmakta zorluk çekmektedir. Okulun ilk günü öğrenciler okula gelmemiştir. Genç öğretmen ve ona yardım eden bir çocuk ev ev gezerek, öğrencilerini okula çekmeye çalışır, öğrencilerin okulun ilk günü neden okula gelmediklerini araştırır. Nitekim öğrencileri okula çekmekte başarılı olur, öğrenciler okula gelir. Sınıf birleştirilmiş sınıftır yani birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü ve beşinci sınıf öğrencileri tek sınıfta, tek öğretmenden eğitim almaktadır. Bu da sınıftaki eğitim için zorluklara neden olmaktadır. Genç adamın da ilk öğretmenlik deneyimidir. Türkçe bilen birinci sınıf öğrencisi sayısı yok denecek kadar azdır. Öğretmen, sınıf kurallarını oluşturur ve sınıfta Kürtçe konuşulmasını yasaklar.
Öğretmen öğrencisine annesinin adını sorar. Kız, annesinin adının söyleyince öğretmen, “O ne ya?” şeklinde tepki verir. Öğretmen çoğu zaman öğrencilerine “Lan!” şeklinde hitap eder. Bu hitap ve tepkilerin çok da hoş olmadığını düşünüyorum. Belgeselde doğallık oluşturmak için bu tepki ve sözlerin kullanıldığını ve değiştirilmediğini de düşünüyorum.
Genç öğretmenin su sorunu köy halkının da yardımıyla çözülür. Genç öğretmen, öğrenciler ve köy halkı birbirlerine alışmaya başlar. Türkçe bilen birinci sınıf öğrencisi sayısı yok denecek kadar azdır. Bu yüzden öğretmen ilk olarak öğrencilerine okuma yazma öğretmeden önce Türkçe konuşmayı öğretmeyi hedeflediğini ifade eder. Matematik ve hayat bilgisi derslerini de gelecek seneye bırakacağını söyleyerek önceliğinin birinci sınıf öğrencilerine Türkçe okuma, yazma ve konuşma öğretmek olduğunu belirtir. Öğretmenlerin görevleri arasında öğrencilere kalem tutmayı, oturup kalkmayı, tuvalete gitmek için nasıl izin isteneceğini öğretmek gibi görevleri olduğunu bu film bize gösterir.
Öğretmen veli toplantısı düzenler ve ailelerin bu toplantılara katılımı iyidir. Öğretmen veli toplantısında okula kalem ve defter getirmeyen öğrenciler olduğunu ifade eder. Ailelerden evde de Türkçe konuşulması ve ödevlerin yapılması konusunda yardım ve destek ister. Öğretmen, öğrencisine kalem açacağı verince, öğrencisi eve gidince bunu sevinçle evdekilere anlatır. Bu belki de hayatındaki en anlamlı hediyelerden biri olacaktır. Genç öğretmen, film boyunca annesi ile telefon görüşmeleri yapar. Bu görüşmeler, bize öğretmenin de bir insan olduğunu, farklı sıkıntılarının olduğunu, ayrı bir yaşamı olduğunu ve bir ailesi olduğunu hissettirir. Öğretmenin annesi ile yaptığı telefon görüşmelerinde aslında öğretmenin seyirci ile konuştuğu ve romanlardaki gibi anlatıcı konumumda olduğu söylenebilir. Öğretmen, velisine ziyarete gider. Veli, yıllar önce batıdaki şehirlerden birinde başına gelen bir olayı anlatır. Bu veli, bir iş görüşmesinde bir forum doldurur, iki dil bildiğini yazar. Görevliler hangi yabancı dili bildiğini sorduğunda veli anadilinin Kürkçe, yabancı dilinin ise Türkçe olduğunu söyler. Görevliler bu durumla alay eder ve Türkçe’nin anadili olduğunu veliye söyler. Veli öğretmene ben Türkçe’yi, Kürtçe öğrendikten yıllar sonra 15 senede öğrendiğini anlatır. Velinin görevliler tarafından haklı olduğu halde alay edilmesi durumun ironikliğini ve trajikomikliğini ortaya koyar. Filmdeki Zülküf isimli çocuk da ismini öğretmeninin tüm düzeltmelerine rağmen “Zilkif” şeklinde telaffuz eder. Bu ayrıntı bizlere öğrencin ilk öğrendiği şeyin değişmesinin ne kadar zor olduğunu gösterir. Filmdeki Zülküf ve Rojda ismindeki öğrenciler 6-7 yaşına kadar hiç konuşmadıkları bir dili okuma yazma öğrenme konusunda oldukça zorluk yaşamaktadırlar.
Öğretmenin kendi kişisel yaşamını devam ettirmesi için yapması gereken sorumluluklar da vardır. Örneğin ev işleri, ev temizliği ve yemek yapma gibi belki de daha önce hiç yapmadığı işlerin de üstesinden gelmek zorundadır. Aslında öğretmen bir bakıma bu köyde yeni koşullara adapte olması gereken bir öğrencidir. Okula küçük kardeşine bakmak için gelmeyen öğrencisini bulmak amacıyla öğretmen öğrencinin evine gider. Okuma yazmayı öğrenmesi için okula sürekli gelmesi konusunda bu öğrencisini ikna eder. Bu öğrencinin küçük kardeşine bakmak için okula gelememesi bölge öğrencisinin dil dezavantajı yanında farklı sorumlulukları olduğunu da gözler önüne serer.
Öğretmenin psikologluk, dedektiflik, hekimlik gibi yan görevleri olduğu seyirciye bu tarz olaylarla sezdirilir. Karne günü gelir, öğretmen karne konuşması yaptıktan sonra öğrencilerine karnelerini dağıtır. Her öğrenciyle tek tek ilgilenerek onlarla yaz tatilleri konusunda konuşur. Öğretmen yaz bitince köye geri döneceğini söyler ve onlarla vedalaşır. Öğrenciler, öğretmen lojmanının önünde bavullarını arabaya taşıyan öğretmenlerini uğurlarlar. Film öğrencilerin gölde yüzmeleri ile sona erer. Öğrencilerin çıplak şekilde yüzmesi aldıkları eğitimi yaz tatilinde üstlerinden çıkarmaları yine bildikleri dilde yaşayacakları, okuldaki eğitimin çok kalıcı olamadığı şeklinde yorumlanabilir.

FİLMİN  DEĞERLENDİRİLMESİ:
Filmdeki öğretmeni yetiştiren kurumların aslında öğretmene bu durumla başa çıkması için gereken eğitimi vermediğini söyleyebiliriz. Ayrıca bu eğitim sisteminin yani 7 yaşına kadar hiç konuşmadıkları bir dili öğrencilere okutma yazdırma hedefinin ne kadar trajik bir hedef olduğunu ifade edebiliriz. Bu sürecin hem öğretmen hem de öğrenci açısından çok zor bir süreç olduğunu görüyoruz. Eğitimde bölgesel koşullara adapte olabilmek oldukça önemlidir. Öğretmen yetiştiren kurumlar ve eğitim programını oluşturan eğitimciler bu bölgesel farklılıklara daha çok dikkat edip eğitim programlarını bu şekilde düzenlemelidirler. Tabii bunun için de siyasi mekanizmanın ve devletlerin bir eğitim politikasının olması önemlidir. Filmin en acıklı sahnelerinden biri de öğrenci ve öğretmenin bir türlü iletişim kuramadığı sahnedir. Öğrenci öğretmenine saygıyla ama anlamsız bir ifadeyle bakmaktadır. Filmdeki öğretmen bu konuyla ilgili bir araştırma ya da bir denetmene, meslektaşına danışma yapabilir miydi diye sorabiliriz. Eğitimde bölgeselliğe ve fırsat eşitliğine önem vermeliyiz.

FİLMİN YAPIMI İLE İLGİLİ ÖNEMLİ NOTLAR:
Film gerçek hikâyelere dayanmakta olup filmin çekim süreci ekonomik açıdan hayli zorlu şekilde geçmiştir. Filmin yönetmenleri belgeselde oynaması için öğretmen aramış ve onlarca öğretmen tarafından reddedilmiştir. Yönetmenler tesadüf eseri filmde oynayacak öğretmeni bulma anını: “Emre Öğretmen, öğretmenevinin bahçesinde kafasını ellerinin arasına almış, kara kara düşünüyordu. 'Benim burada ne işim var.' der gibi.” şeklinde ifade etmektedir.  Aslında Emre Öğretmen, o an köyün yerini haritadan bulamadığı için köye gidememiş ve çaresizce bahçede oturuyordu.  Emre öğretmen ile konuşan yönetmenler, tamam cevabını alınca aradıkları öğretmeni bulmuş oldular.
Ayrıca filmde, Türkçe bilmeyen çocuklar tercih edilmiştir. Öğretmen film teklifini kabul etmesinin nedenleri olarak köydeki yalnızlıktan kurtulmayı ve insanlara bu zor durumu göstermek olduğu belirtiyor. Emre Öğretmen, röportajında tıpkı filmdeki okulun ilk günü hiçbir öğrencinin okula gelmediğini belirtmektedir.  Öğretmen, su ve elektrik sorunu olan köye apartmanlardan gelen biri olarak yaşadığı hayal kırıklığını gizlemiyor. Öğretmen, ağır koşullarının kendisi yıprattığını yaşlandırdığını belirtiyor. Ama her şeye rağmen öğrencileri okuma ve yazmayı öğrenince aldığı hazzın yerini hiçbir şeyin tutamayacağından bahsediyor.

Asfalt

Bilmem kaç sene oldu  Zaman geldi geçti  Beraber çokça geçtiğimiz o toprak yola  Asfalt bile döküldü  Kim bilir bu yeni yolda kaç kuş öldü ...